BABA İŞLEVİ HAKKINDA NOTLAR
Ceren Korulsan
“Baba bağ kurmayı ve Yasa’yla arzuyu karşı karşıya getirmemeyi bilendir.” [1]
Lacan
“Subversion et dialectique du désire”
(Arzunun Yıkımı ve Diyalektiği)
Eğer baba olmak DNA’yı aktarmakla ilgili ve ondan ibaret olsaydı, babalık sorusunun cevabı genetik testlerle yanıtlanacağı için yaşadığımız çağda babalıktan bahseden kimse kalmazdı. Ailenin yapısı değiştiği halde ve artık çocuk sahibi olmak yapay döllenmeyle de mümkün olsa da, psikanalizde hala babadan bahsediliyor olunmasının nedeni budur. Bir baba nedir? Bu soruyu en başta Freud sormuştu. Freud’un yanıtı ise temel amacı yasaklamak olan Oidipus’tu. Sofokles’in Oidipus’u anneyle ensest birlikteliğini engellemeye adanmış bir karakterdi. Freud Oidipus’la ilgili bize şunu söyler: Anneden ayrılmayı sağlayarak ensest yasağının Yasasını işletmeye çalışmak babanın görevidir. Lacan ise bu ayrılmanın gerekli olduğu kadar travmatik de olan doğasını anlatır. Baba işlevinin simgesel yönü erkek çocuğu jouissance’ın ayrılmamış alanından çekip çıkarır. Böylece kendi arzusuna doğru gidebilmesi için imkan tanır ve ona kendi arzusunu keşfetmek için yol gösterir.
Freud’un bahsettiği baba bir yandan kastrasyonun aracısıyken bir yandan kendisi de kastrasyonun izlerini kendi üstünde taşıyan bir babaydı. İşte Yasaya eşdeğer olan baba böyle bir babadır. Ama Freud’da sanki babanın iki yüzü var gibidir. Bu bölünme Totem ve Tabu’daki babada görülür. Burada sınırlanmamış bir dürtü ve jouissance’a hiç bir dolayım olmaksızın sapkınca ulaşımı olan bir baba vardır ki ancak onun ölümü Yasa’nın kurulmasını mümkün kılar.
Daha psikanalitik teorinin ilk zamanlarından beri Freud kastre, beyhude, kaybedilmiş bir babadan bahsediyordu. Baba Yasa’nın taşıyıcısı ve aile içinde onu kuran kişiyse ama orada değilse ya da baba çok zayıf, kırılgan biriyse o zaman baba yasa eşitliği nasıl kurulur diye sormamak mümkün mü? Freud’da kendi babasına dair bunu soruyor gibidir. Onun babası, Jacob tüccar, kendi işini yapan, büyük hedefleri olmayan bir adamdır. Freud Rüyaların Yorumu’nda bir gün babasının Freiberg’te kaldırımda yürürken bir adamla karşı karşıya geldiğini ve karşısındaki adamın kibirli, üstten bir tavırla babasının kepini fırlatıp “Yahudi aşağı in!” diye nasıl bağırdığını anlatır. Freud bu aşağılama karşısında babasına ne yaptığını sorar. Babası ona kaldırımdan indiğini ve yerden kepini aldığını anlatır. Bu anı Freud’un hafızasında aşağılanmış, güçsüz, zayıf bir adam olarak babasına dair silinemez bir iz bırakır. Massimo Recalcati “Ce Qui Reste du Pere”[2] ( Babadan Geriye Kalan ) adlı kitabında Freud’da babanın iki yüzü olduğundan bahsederek Freud’un babası ile Homeros’un İlyada’dasındaki Hector’u karşılaştırır. Hector, Truva’yı istilacılardan korumaya çalışan bir komutan ve bir babadır. Savaş meydanında kaskını oğlu yüzünü görebilsin diye çıkarır ve tanrılardan oğlunun kendisinden daha güçlü olmasını dileyerek onu havaya kaldırır. Bu baba hem kaskını çocuğuna kendisini tanıtmak ve onu korkutmamak için çıkarışı ile tasvir edilen şefkatiyle ve Truva’yı korumak için savaşan bir savaşçı olarak gücü bir arada barındırır. Yani tragedya çağının babası karşısında güncel baba figürü ya bir komedi karakteri gibi dalga konusudur ya da Yasanın diyalektiğini üretmeye izin vermekten çok uzak bir figür olarak otoritesi yalnızca dehşet ve kaygı yaratır.
Lacan baba imgesinin çöküşünden iki dönemde bahseder. İlk bahsedişi 1938’de “Les Complex Familliaux Dans La Formation de L’individu” (Bireyin Oluşumunda Ailesel Kompleksler)[3] adlı metnidir. Bu metin Encyclopedie Française için tam da 2. Dünya Savaşı’nın eşiğinde yazılmıştır. Burada Lacan aile hakkında bazı önemli sorulara cevap verir. Ailenin üyelerinin anne, baba ve çocuklar olmasının kimlik açısından sayısal sonucundan öte bir sonucu olmadığını söyler. Buradan yola çıkarak şunu söylemek mümkündür: Bugün aile genellikle anne, baba, bakıcı ve çocuklardan oluşuyor. Bir önceki evrede ananeler ve dedelerin dahil olduğu aileler yaygındı. Şimdi iki anne veya iki babanın olduğu aileler kurulmaya başladı. Bu çiftler evlat edinerek veya taşıyıcı anne aracılığıyla bu çocukları ediniyorlar. Her çağın kendine özgü kültürel şartları olacaktır ve o şartlara göre aile kurumu kurulacaktır. Tekrar “Bireyin Oluşumunda Ailesel Kompleksler” metnine dönmek gerekirse Lacan burada ailenin bir kurum olduğunu ve kan bağından gelen biyolojik bir olgu olmadığını vurgular. Fakat bu aile kurumu her nasıl kurulmuş olursa olsun eğitim, içgüdülerin bastırılması ve “dilin edinimiyle” çocuğa hakim olur der. Çünkü ötekiyle ilk karşılaşılan yer ailedir ve içinde ve ailesel komplekslerden geçerek bireyin öznelliği şekillenir. Lacan üç aile kompleksi tanımlar: Birincisi sütten kesmedir. Sütten kesme kültürel şartlara bağlıdır ve çocuğun en arkaik hislerinin temelini atarken psişe üzerinde bedenin izini bırakır. Ölüm içgüdüsü ile yaşam içgüdüsü bu kaybın ardından birbirine bağlanır. İkincisi ihlaldir, ki burada kardeşten bahseder. Sevilen ama çok kıskanılan kardeş kıskançlık duygusunu davet eder. Üçüncüsü ise Oidipus’tur. Lacan’a göre evrensel olan kastrasyon kaygısıdır, Oidipus ise kastrasyon ve kaybın kültürel bir biçimidir. Bu üç komplekste de anlatılan aslında kayıptır. Hayati olan süt kaybedilmiştir, çocuk bundan yaşamsal bir yara alır. Bir kardeşin varlığıyla çocuk annesindeki ayrıcalıklı yerini kaybetmiştir. Sonuncusunda ise Oidipus Kompleksinin sonucu olarak kastrasyon vardır; arzu nesnesi olarak anne kaybedilmiştir.
Lacan “Bireyin Oluşumunda Ailesel Kompleksler” metninde “psikolojik kalıtım denen olgularda biyolojinin önemini fazlalaştırmamak psikologlar için zordur” tespitiyle her tür biyolojik indirgemenin yolunu kapar ve böylece baba olmanın tamamen “gösterenle ilgili olduğunu” da söylemiş olur. Bu Romalılardan beri böyledir: Pater est semper incertus yani baba daima belirsizdir. Başka bir deyişle onu belirli kılmak gerekir. Babayı belirlemenin yolu genetik ya da biyolojik olamaz.
Phillipe Collinet tıbbi müdahalelerin ve in vitro fertilizasyonun yaygınlığını göz önünde bulundurarak “Familles complexes et Complexes familliaux” (Kompleks Aileler ve Aile Kompleksleri)[4] adlı makalesinde Lacan’ın üç kompleksine bir dördüncüsünün, hamile kalma kompleksinin eklenmesini önerir. Doğacak özne için hamileliğin gerçekleşme biçiminin nasıl sonuçları olacak diye sorar. Bu soruya başka bir soru daha eklenebilir: Arzu hamile kalmanın biçimine tabi midir? Zarf değişince zarfın içindeki de değişir mi? Böyle olsaydı, psikanaliz Freud’un döneminin Viyana’sının bir ürünü olmaktan ibaret olmaz mıydı? Fakat bunun yerini tespit etmek önemlidir çünkü hamileliğin biçiminin yapısal sonuçları olduğunu söylemek ciddi bir tezdir. Hamileliğin gerçekleşme biçimi bir analizde analizanın söyleminde içerilir. Bunun bilinçdışı önemi olabilir de, olmayabilir de.
Lacan’ın bu metnini yazdığı dönem ikinci dünya savaşının başlamasından, Paris’in işgalinden bir yıl öncedir. Lacan’a göre baba imagosu psikanalizin icadından beridir ki çöküş içindedir, oluşan krizde babanın çöküşünün imdadına telafi için totaliter, diktatör, deli babalar yetişir. Sağlam bir kimlik ve güvenli bir alan sunmak artık bu evrede otoriter figürlerin eline geçmiştir.
İkinci defa Lacan’ın babanın çöküşünü ele alışı Mayıs 1968’dedir. Öğrencilerin ayaklanması sadece Avrupa’yı değil, tüm dünyayı etkileyecektir. Lacan’ın teorisinde bu dönemde artık “Babanın-Adı” yerini almıştır. “Note sur le Père et Universalisme” (Evrenselcilik ve Baba Üzerine Not)[5] adlı metninde babanın “buharlaştığını” (l’évaporation du père) söyler. İkinci Dünya Savaşı ve Mayıs 1968 olmak üzere, 30 yıl arayla, birbirinden bu kadar farklı iki dönemde, önce babanın çöküşü ardından babanın buharlaşmasının Lacan’ın teorisinde art arda gelişini nasıl değerlendirilmelidir? Massimo Recalcati Babadan Geriye Kalan (Ce Qui Reste Du Père) adlı kitabında buna değinir. Bir tarafta totaliter ve totemvari bir babanın ortaya çıkışı ve her tür farklılığı yok edişi söz konusuyken diğer tarafta ise bu otoriter baba işlevinin ve patriyarkal toplumun radikal bir eleştirisi mevcuttur. Totalitarizm tarafından lime lime edilen baba işlevi yerine getirilen yıkıcı, despot, tümgüçlü bir baba ile tamir edilememiştir. Mutlak bir Yasanın nostaljisiyle, o babayla özdeşleşen büyük kitleler hayal kırıklığından, savaşın kaçınılmaz sonuçlarından ve içinde oldukları toplumsal krizden kurtulamamışlardır. Recalcati bu tarihi dönemeçlerin babanın imagosunun ve onun sembolik işlevinin gücünü kaybediş anları olduğunu söyler. Sonrasında ise Kapitalist söylemin “özgür”, “sınırsız” bireyi için İdeal Baba’dan, Yasayı garanti eden Baba’dan bahsetmek artık mümkün değildir. Burada yeni olan nesnelerin totalitarizmidir. Sınırsızca jouissance’a götüren nesnelere karşı açlık ve doymazlık bireyi tüketici haline sokar. Recalcati bunun kapitalist söylemin manik boyutu olduğunu söyler. Bunun bir başka sonucu daha olacaktır. Baba işlevi kastrasyonu sağlayamazsa bunun sonucu arzu ve aşkın birlikte barınamaması olur. Bireyin sınırları olmayan jouissance’ında aşka yer olmayacaktır ve insani olmayan, çünkü kastrasyonla ehlileşmemiş haldeki arzusunda zaten eksiğe yer yoktur. Yasa ve arzu birbirine eklemlenemeyince bir tarafta Yasa olmadan arzu, diğer tarafta arzu olmadan Yasa kalır. Yasa olmadan arzu sınırsızca jouissance içinde olmaktır, böyle bir arzunun sınırı yoktur ve tabii Öteki’yle bağı da yoktur. Arzusu olmayan bir Yasa bir tür kurallar toplamıdır ve onda tekilliğe, istisnaya yer olmaz. İki durumda da arzunun aşkı içermesi söz konusu olamaz. Baba işlevi, babanın cisimleşmesiyle ve kastrasyondan geçilerek Yasa ve arzu arasındaki bağı kurandır. Ödipus kompleksinin sonucu bir kayıpsa, bu kayıp sayesinde arzu nesnesi olarak anne kaybedildiği için özneye arzulayabileceği ihtimallerin kapısı açılır.
Özne başlangıçta bir eksikle, kökende bir kayıp yaratan dille bölünmüştür. Dile girmesiyle oluşan başlangıçtaki kayba karşı teselli olarak öznenin yapısında işlev gösteren nedir? Aslında bu sorunun cevabı Lacan tarafından defalarca formüle edilmiştir, cevap “Babanın-Adı’dır”. Lacan çok uzun süre, Babanın-Adı’nın öznedeki fayı dolduran bir gösteren ve arzuyu yönlendirme işleviyle yapıdaki eksiği telafi etmeye imkan veren bir gösteren olarak öznenin yapısındaki ikame olduğuna inandı. Fakat öğretisinin daha sonraki evresinde “Semptomu daha az gerekli yapmayacak Babanın-Adı gereklidir”[6] diye ekledi. Bununla ne kast ediliyor? Semptomla babasal işlevin nasıl bir ilişkisi olabilir? Bu Babanın-Adı artık geçersizdir anlamına gelmez. Ama ruhsal yapıdaki yerinin semptomun işlevi olmadan yetersiz olduğu anlamına gelir ki psikanalizi teorik olarak tamamen farklı bir yere getirir. Demek ki Lacan için semptom tıptaki gibi geçirilmesi, iyileştirilmesi gereken bir şey değildir.
Semptom en başta özneyi analize getirme işlevine sahiptir. Ardından özne onun aracılığıyla konuşur. Psikanaliz için semptom öznenin semptom olarak tanımladığı her şeyi içerir. Bunu söylemek önemli çünkü birisi için semptom olan bir başkası için semptom ol(a)mayabilir. Bu noktada herkes için geçerli bir semptomdan ya da tıbbın semptom tanımından bahsedilmediği aşikardır. Çünkü ancak özne kendisi için semptomu tanımlarsa, onu rahatsız edeni söylerse analize gelir. Freud’un “Ketlenme, Semptom ve Kaygı” metninde söylediği gibi özne için semptom kurtulmak istediği bir yabancı cisim gibidir. Bilinçdışının bir ürünü olarak semptom eksik edimlerden, sakarlıktan, unutkanlıktan, rüyalardan farklı olarak süreklidir. Yine de ne kadar sürekli de olsa ne zaman özne onun farkına varırsa ve artık onunla ilgilenmek isterse o zaman onu analize getirir. Psikanalizde bu semptom herhangi birine değil bildiği varsayılan özne olarak analiste anlatılır. Semptom üzerindeki analitik operasyon analizana semptomunun gizemini tanıtmaya dayanır ki bunun bir sınırı vardır. İşte bu Lacan için semptomun sembolik boyutudur. Semptomu bir metafor olarak ele almanın sınırı olarak kökensel bastırma semptomun reel bir boyutu olduğunun da göstergesidir.
Semptom artık aynı semptom olmamakla birlikte yine de bilinçdışının bir tezahürü olarak analizin sonunda da mevcuttur. Onun başlangıç noktasıdır ama artık “yabancı cisim” değildir. Semptom ona ait, ona özgü olandır. Analizin amacı tıbbın amacı gibi semptomdan kurtulmak değildir. Lacan semptomun gerekliliğinden bahsetmek Babanın-Adı’nı geçersiz kılmaz der. Babanın-Adı’nın strüktürdeki yarığı doldurmakta semptomun işlevi olmadan başarısız kalacağını söyler. Bu sadece onun gösteren zincirinde bulunmasının yetmediğini kanıtlar. Lacan daha sonraları Babanın-Adı cisimleşmelidir dediğinde bu aynı anlamdadır. Babanın-Adı en başta annenin arzusu tarafından cisimleştirilir. İşte bu yüzden bu klinikte de radikal olarak yeni bir görüştür çünkü artık semptom sadece tıptaki gibi iyileştirilip, düzeltilmesi gereken bir belirti değildir. O öznenin kendi tekilliği için en temel referansıdır. Semptomun gerekliliği boyutu işte burada ortaya çıkar.
Lacan Les Formations De L’inconscient (Bilinçdışının Oluşumları) [7] adlı seminerinde “Ölü baba, o Babanın-Adı’dır” der ve daha sonra buna “baba bir metafordur” formülünü ekler. Lacan 1963’te yarım bıraktığı Les Noms du Peres (Babanın-Adları) seminerini 1973’te “Non-dupes errent” adıyla tekrar ele alır. Bir metafor tanımı gereği bir gösterenin yerine gelen başka bir gösterendir. Baba olmak sadece baba olarak üstlenilen görevleri yapmaktan ibaret değildir, bu imgesel ve simgeseli bağlayan, fallik gösterenle annenin arzusunun gösterilenini bağlayan metaforik bir işlemdir. Bunu ancak baba göstereni bir kadını kendi arzusunun nedeni yaparsa gerçekleştirebilir, böylece baba göstereninin işlevine dair bir model oluşturulabilir. Babanın fiziksel mevcudiyetinden bağımsız olarak babasal metafor işleyip işlememesine göre annenin arzusu karşısında çocuk için annenin fallusu olmayı ya da olmamayı seçmek tercihi belirir. Başka bir deyişle bu seçim nevroz, psikoz veya sapkınlık ile sonuçlanır.
Babanın-Adı’nın yürüttüğü metaforik işlem bir adlandırma eylemidir. Adlandırma sayesinde imgesel, simgesel ve gerçek birbirine bağlanır. Gerçek ne hayal edilebilir ne de söylenebilirdir. Hep orada olandır ama yine de simgesel ve imgeselden hep kaçar ve ancak semptom aracılığı simgeselle ilişkisi bilinebilir. İşte tam da bu nedenle, “herkes bilinçdışından kendine göre keyif alır” der Lacan. Konuşan varlık olarak insandan yani Lacan’ın deyimiyle “parlêtre”’den bahsediyor olmamızın nedeni bilinçdışıdır. Eğer konuşmanın ardında bilinçdışı olmasaydı konuşmalar sadece boş kelimelerden ibaret olurdu. Ama simgeselin içinde daima bastırmaya tabi olan, asla söylenemeyecek olan bir şey de vardır. İşte bu simgeselin gerçeğidir. Burada yeniden Babanın-Adı ortaya çıkar. İmgesel, simgesel ve gerçeği birbirine bağlayan ise boromeen düğümdür ve o olmasa halkalar birbirine bağlı kalamaz, biri ya da diğeri düşer. Bu yüzden de Babanın-Adı boromeen düğümün içindedir. Claire Duguet, “Quelques notes sur le pere dans RSI et Le Sinthome” [8] (RSI ve Sintom Seminerlerinde Baba Üzerine Bazı Notlar) Lacan’ın baba işlevini ele alışının Freud’dan yola çıktığını ve boromeen düğüme Babanın-Adı’nın dahil edilmesiyle tamamlandığını söyler. Lacan Freud’un imgesel, simgesel ve gerçek fikrinin olmadığını ama yine de “İnhibitions, symptomes et angoisse” [9] makalesine dayanarak bunlarla ilgili kuşkusu olduğunu söyler. Freud için üç düzlemi bağlayan Oidipus kompleksidir, Lacan bunu simgesel baba olarak görür ve onu Babanın-Adları olarak adlandırır.
Freud Rüyaların Yorumu’nda Shakespeare’in Hamlet’inin arzusuna dair bir soru ortaya atar. Lacan bu soruyu şöyle ele alır: Hamlet’i babasının hayaletinin isteğini gerçekleştirmekte engelleyen nedir? Hamlet bir süre önce ölmüş olan Kral Hamlet’in oğludur. Babasının ölümünden kısa bir süre sonra amcası Claudius, annesi Gertrude ile evlenir ve kral olur. Bir gece, arkadaşı Hamlet’e Kral Hamlet’in hayaletini gördüklerini anlattıkları sırada hayalet ortaya çıkar ve oğlundan intikamının alınmasını ister. Claudius’un kulaklarına zehir akıtarak onu öldürdüğünü söyler. Ancak Hamlet hayatlete güvenip güvenemeyeceğine emin olamaz. Lacan der ki burada Hamlet’le babasını hayaletinin bilgiyle ilişkileri farklıdır ve bu Ödipus’la ilgilidir. Baba Hamlet’in de bildiği gibi ölü olduğunu bilir ve intikamının alınmasını istediğini de bilir fakat Hamlet emin olamaz çünkü o arzusunun ne olduğunu bilemez. Eğer onun arzusu Ödipus kompleksindeki gibi olsaydı o zaman babasının hayaletini buyurduğu eylemi gerçekleştirmekte tereddütü olmazdı. Babasının hayaleti ile ya da başka bir deyişle simgesel babayla karşı karşıyaydı ama onu eyleminden alıkoyan annesinin arzusuydu. İşte bu yüzden Hamlet oyunu arzunun dramıdır. Arzu ötekinin arzusudur, burada arzu Hamlet için annesinin arzusudur. Fakat burada söz konusu olan bir başka boyut ise yas ile ilgilidir ve bu yas herhangi bir yas değildir çünkü bir cinayet söz konusudur. Annenin arzusu ve babanın ölümüne dair bilgi birbirinden ayrı düşünülemez. Bu yüzden de Lacan’a göre Hamlet sadece bilinçdışı olarak babasının ölümün arzulamak ve anneye sahip olmayı istemek değildir, fallusa dair bir yas da söz konusudur.
Lacan, “bir ölünün yalancı olması beklenmez” der. Babasının hayaletinin Hamlet’e söylediği hakikat dramın kendisidir. Shakespeare’in cinayet için seçtiği yöntem gerçekten ilgi çekicidir: Kral Hamlet, Claudius’un kulaklarına zehir akıtarak onu öldürdüğünü söyler. Lacan burada kulaklarından zehirlenmiş birisi varsa o da Hamlet’tir der, ve onu zehirleyen de babasının sözleridir. Ona göre bu trajedinin anahtarı kahramanın ismiyle tümden özdeşleşmiş olmasında yatar. Hamlet babası ile aynı ismi taşımaktadır. Hamlet Hamlet’tir. Bu Hamlet’in arzusuyla ilişkisine dair sorunun da cevabıdır. O babası ile bu imgesel özdeşleşme içinde öldürülmüş, zehirlenmiştir. Bu durumda baba işlevi onun kendi arzusuna doğru gitmesinin garantisi olamaz. Freud’un Yas ve Melankoli makalesine dönersek buradaki babanın yasını tutmak imkansızdır çünkü baba bir nesne değildir ve Hamlet neyi kaybettiğini bilemez.
Hamlet’in bu özdeşleşmeden çıkabilmesi ve eyleme geçebilmesi nasıl mümkün olmuştur ? İşte burada Ophelia’nın rolü önemlidir. Polonius, Hamlet’in amcası Kral Claudius’un güvendiği danışmanlarından biridir, Hamlet Polonius kızı Ophelia‘ya kur yapmaktadır fakat bu pek hoş karşılanmaz. Ophelia Hamlet’ten uzak durması konusunda uyarılır. Annesiyle yaşadığı tartışmada Hamlet Claudius’u öldürdüğünü zannederken yanlışlıkla Polonius’u öldürür. Bunun ardından Ophelia aklını kaybeder ve boğularak ölür. Baba imgesel özdeşleşmeden dolayı nesne değilken Hamlet için Ophelia nesne olabilmiştir. Bu kayıp nesne karşısında yaşadığı hayal kırıklığı ile acıyla bağırır: “İşte bu benim, Danimarkalı Hamlet!” Bu ismiyle olan simgesel özdeşleşmenin ifadesidir. Şimdi artık iki yası da tutmak mümkündür. Ophelia hem arzusunun nesnesi hem de kayıp nesne statüsüne yükselir. Claudius, tek sorumlunun Hamlet olduğu konusunda Laertes’i, Polonius’un oğlunu ikna eder. Laertes ile girdiği düello sırasında Hamlet ölmeden önce Claudius’u öldürür ve bu yasın son adımıdır.
Le Sinthome ve RSİ seminerinde Lacan Babanın-Adı’nı Babanın Adları olarak kullanır. Buradaki baba ayrılan baba değildir, burada baba adlandırandır, adlandırma eylemini yaparak borromeen olarak düğümleyendir. Lacan’ın Babanın-Adı ifadesi sadece kişi olarak babayı işaret etmez. Tek aracı babanın kendisi değildir. Colette Soler, La Parenté: filiation, nomination (Ebeveynlik: soy, adlandırma) adlı makalesinde adlandırmanın üç sonucu olduğunu söyler [10]. Birincisi Babanın-Adı aile ile ilgili değildir. Kaldı ki birini baba yapan aile değildir, bu sözle olur. Eğer baba işlevi adlandırıyorsa o zaman imgesel, simgesel ve gerçeği birbirine bağlama görevini yapabilir. Fransızca “nommer” yani adlandırmak fiilini Lacan n’hommer olarak yazar. “Homme” fransızca insan demektir. Lacan’ın yarattığı bir terim olarak “N’hommer” birini insan yapar. Adlandırmanın ikinci sonucu Babanın Adları cinsiyetlenmemiş olduğundan adlandırmanın da cinsiyetten bağımsız olmasıdır. Üçüncüsü, adlandırma asla toplumsal bağdan ayrı olamaz, daima Öteki’nce onaylanmalıdır. Çok az kişi kendine isim seçer, nadiren bazı kişiler eserleriyle adlandırılır ama hiç kimse kendini Öteki olmadan adlandıramaz.
İşte bu yüzden babalık ve aileye dair soru üreme yöntemlerinden
ve aileyi kuran kişilerden öte Babanın-Adı, babanın işlevi, arzu ve
adlandırmayla ilgili bilinçdışına
dair sorular olarak okunmalıdır.
[1] Lacan,J. (1966) Subversion et dialectique du désire”, Ecrits, Paris, Le Seuil
[2] Recalcati, M. (2014) Ce Qui Reste Du Pere: La paternité à l’époque hypermoderne. Toulouse, Erès.
[3] Lacan, J. (2001) “Les Complex Familliaux Dans La Formation de L’individu”, Autre Ecrits, Paris, Le Seuil.
[4] Phillipe Collinet ,“Familles complexes et Complexes familliaux”
[5] Lacan,“Note Sur Le Père Et Universalisme”, Autre Ecrits, Paris, Le Seuil, 2001
[6] Lacan,J. (2005) Le Sinthome, Le séminaire, Livre XXIII, Le sinthome, Paris, Seuil.
[7] Lacan,J. (1998) Le Seminaire, Le livre V, Les Formations De L’inconscient, Paris,Seuil.
[8] Claire Duguet, Quelques notes sur le pere dans RSI et Le Sinthome, 2007
[9] Freud, İnhibitions, symptomes et angoisse
[10] Colette Soler ,La Parenté: filiation, nomination: Revue du Champ lacanien, n3, EPFCL, 2006