Lacan’da Arzu
Lacan ve arzu kelimeleri ne zaman yan yana gelse kavramsallaştırma arzunun gizemi, arzunun paradoksları, ötekinin arzusu, hatta Büyük Ötekinin arzusu diye devam eder. Bugünkü konuşmamı hem çekici hem de bazen oldukça karmaşık meseleye dair bir çerçeve çizme girişimi olarak görebilirsiniz.
Psikanalizin birçok dönemden geçti. Bazı dönemlerinde özneler, psikanalizin arzularına dair gizemi ortaya çıkarabileceğini düşünerek başvurdular. Bugün içinde olduğumuz söylem tabii bundan farklıdır. Bireylerin ilgisini arzularından çok davranışları ve davranışların düzenlenmesi çekiyor. Bazı bireyler peşinen hazır sunulan bir çözüm talebindeler. Ama bazen günümüzde kendi üzerine çalışmak istediğini dillendiren ya da yaşadığı stresle baş etmek istediğini söyleyen ya da “burn out” olarak tanımladığı bir sıkıntıyı çözmek için gelen kişilerde mevcut. Fakat analize gelen birisi en başından itibaren semptomları, kaygısı, hayattaki başarısız ya da yolunda gitmeyen karşılaşmalara dair kendi formülasyonlarını üretmeye de başlar. İşte bunların ardında, gerisinde arzu saklanmaktadır. Bu yüzden de bir psikanalizden geçmek demek en başta arzu ve semptomla ilgilenmek demektir. Hatta ikisini bir paranın iki yüzü olarak düşünmekte yanlış olmaz. Semptomlar arzuyu maskeler. Arzunun gizemi ise onun bazen ıstırap, bazen eylem, bazen de tatmin formuna bürünebilmesinden gelir. Onun bu birbirinden farklı ve paradoksal tezahürleri özneyi şaşkına çevirir. Daima bastırılmış olan tatmin edici olabilir, geçmişte hep kaçınılan eylemler gerçekleştirilebilir ve hatta hiçbir önemi olmadığı varsayılan acı verici deneyimlenebilir. Arzu stabil bir oluşum değildir. Bazen geçicidir, bazen başını alır gider ama aynı zaman da Freud’un dediği gibi yıkılmazdır. Ve daima fasılalıdır. Tabii şöyle sorular ortaya çıkıyor. Böyle elden kaçmaya meyilli bir şeyi nasıl dayanak alacağız? Neden bazı özneler daha arzulu, ya da daha arzusunun peşindeyken bazılarını hiç arzusu yok? Arzulamakla istemek aynı şey midir? Arzuladığımız ama istemediğimiz şeyler olabilir mi? Bu soruları aynı zamanda bu konunun ne kadar geniş olduğunu vurgulamak istediğim için de soruyorum. En çok önemsenen, en kıymetli görülen şeyden feragat edilebildiğini bilmiyor muyuz? Bu başlı başına çok gizemli bir durum ve yalnızca psikanalizin ilgilendiği bir mesele. Lacan Psikanalizin etiğinde “suçlu olunabilecek tek bir şey var, o da arzunun peşini bırakmak”[1]der. Arzu yıkılmazdır demek arzu her zaman tatmine erer demek değildir.
Freud için arzu daima merkezi bir önem haizdi. Rüya ve bilinçdışının oluşumları bir arzunun ve bilinçdışı bir isteğin ifadesiydi. Lacan 1950 li yıllardan itibaren Freud’u Hegelci bir perspektiften okur. Bu sürecin ürünü olarak 1960 da yazdığı “Subversion Du Sujet Et Dialectique Du Desir” makalesi ortaya çıkar. Aslında bu metni psikanalistlerine değil felsefecilere “La Dialectique başlıklı Colloques Philosophiques İnternationaux” toplantısında sunar.
Arzunun diyalektiğinden bahsedebilmek için önce ihtiyaç, talep ve arzuyu anlamaya ardından da özne ve Ötekini anlamaya götüreceğini umuyorum.
Bebek daha dünyaya gelmeden önce henüz dünyada maddi olarak bir varlığı olmadan önce anne babanın söyleminde vardır. Anne babalar bir gün sahip olacakları çocukları üzerine düşünür. Tüm çocuklar evcilik oynarken bebeklerine bakar, onlara yemekler hazırlar. Bir gün bu çocuk bir bekleyişin ardından ya da kaza eseri gelir. Öznenin dille ilişkisinden bahsedilmesini daha bu noktadan almak gerekir. Üstelik daima sesli söylenmesi de gerekmez.
İhtiyaç;
Yenidoğan başta küçük bir organizmadır. Ağlaması bir ihtiyacın ifadesidir. Başta özne, sadece ihtiyacın öznesidir. Üstelik çokta güçsüzdür, bir yetişkin ona bakmazsa hayatta kalmasının hiçbir yolu yoktur.
Ancak eğer orada bir Öteki varsa onun ağlamasına bir anlam atfeder. Eğer ağlıyorsa bu bir şey demektir. Eğer ağlıyorsa acıkmıştır, altını kirletmiştir… Öteki zamanla onu tanır, onu adlandırır ve onun ağlaması böylece bir çağrıya dönüşür. Hatta şu cümle herkese tanıdık gelecektir: “beni çağırıyor” der anne. Aslında tersi daha doğru olurdu. Aslında annenin yanıtının çağrıdan önce geldiğini söylemek daha yerindedir. Anne çağırıldığı için gelmez, anne ağlamayı çağrı olarak tanıdığı için gelir ve böylece ağlama çağrı haline gelir. İşte bu an öznenin mesajını Ötekinden tersine çevrilmiş olarak aldığı andır. Öyleyse özneyle Ötekinin ortaya çıkışının bağlaşık olduğu söylenebilir.
Daha özne doğmadan ondan bahseden, ondan konuşan Öteki bunu bir dil ile yapar ve böylece bir gösteren hazinesi oluşturur.
Bu eksiksiz Öteki tümgüçlüdür ama tümgüçlülüğü çocuk kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olduğundan değildir. O tüm cevaplara o sahip olduğu için tümgüçlüdür. Çünkü aslında bu ilk Ötekinin yanıtı olmaksızın yenidoğanın ağlamasının çağrıya dönüşmesi mümkün olmadığı için tümgüçlülükten bahsedilir. Ağlamaya verilen yanıt ve ağlamanın bir çağrı haline gelmesi canlı varlığın insanlar dünyasına geçmesini sağlar. Yani konuşan varlıkların dünyasına geçer. Aksi takdirde o ihtiyacın öznesi olarak kalır.
Büyük Öteki nedir kimdir?
Lacan ötekinin büyük harfle, Öteki şeklinde yazar. Büyük Öteki çocuk dünyaya gelmeden önce var olan, ondan bahseden, sonrasında ona konuşan, onu muhattab alan tüm ötekilerin toplamıdır.
Autre Primordiale (primordial Other), ilksel Ötekidir yani en baştaki ötekidir ya da Ötekinin ilk biçimidir. Lacan Autre Primordiale dediğinde anneyi kast eder.
Yasanın Ötekisi dediğinde babasal işlevi kasteder.
Genel olarak Öteki dediğinde ise bir mekanı, alanı, mahalli kastetmektedir. Bu yüzden 11. Seminerin çevirisini okursanız lieu de l’Autre Ötekinin mahali olarak çevrilmiştir.
Büyük Ötekini bir mekan, alan, mahal olarak kavramak Freudçu kavramlarla da tutarlılık sağlar. Ein anderer Schauplatz yani Başka Sahne, tanımını rüyalardan bahsederken bilinçdışı için kullanıyordu.
Özne Ötekinden, onun tümgüçlülüğünün işareti olan bir gösteren alır bu gösteren onun Ötekinden yabancılaşmasını sağlayan gösterendir. Lacan onu trait unaire olarak adlandırır. Ardından Ötekinden bir sonraki gösteren gelir ve ona S1 deriz. S1 gelir ve ardından onun karşısına S2 geldi ve böylece gösteren zinciri yazılır. Başka bir değişle özne (bakın artık ona yenidoğan demiyorum) Büyük Ötekinden bir gösteren alır. Onun sözün alanına girişiyle oluşan varlıktaki eksiğe yerleşen bu gösterendir. Böylece özne Ötekinden yabancılaşmış olur. Özne başkadır, Öteki başkadır. Bu lacancı psikanaliz için alienation yani yabancılaşmadır.
Demek ki dile girmiş olmak özne ile Ötekinin birbirine zincirlenmiş olması anlamına gelir. (yani gösteren zinciri anlamında bir zincirlenmeden bahsediyorum.) Diğer yandan da birbirlerinden yabancılaşmışladır.
Öyleyse kısaca öznenin ve Ötekinin birbirine tabii kuruluşundan ve bunun için gerekli olan yabancılaşmadan ve bir yer olarak bilinçdışından bahsetmiş oldum.
Yabancılaşma özne ve Ötekinin kurulmasında temel bir işlemdir. Buradaki Ötekiye dilin Ötekisi de diyebilirim. Ve bundan böyle özne dediğimde üzeri çizili, bölünmüş özne demiş olurum.
Büyük Öteki ile ayna evresini konuşurken daha iyi kavrayabileceğimiz küçük ötekini, yani semblant’ı benzeri birbirinden ayırmak gerekmektedir.
Zincirlenmemiş olsaydı ne olur?
Zincirlenmediğinde psikoz olur. Bu yüzden psikotik zincirinden kopmuştur. Lacan sadece psikotik özgürdür der. Bu yüzden de psikozda bilinçdışı açık bir gökyüzü gibidir denir.
İhtiyacın öznesinden başlamıştık ve Öznenin ve B. Ötekinin kurulmasına varmıştık. Ötekinin özneye yanıt vermesi, onun yanıtı ile Özne ve Öteki kurulduysa özne hem bu sayede insanlaşır hem de bu sayede dilin Ötekisinin zincirine (gösteren zincirine) vurulur.
Bu yüzden artık onun taleplerinin muhattabı Ötekidir. İhtiyacını ve tatmini almanın yolu Ötekini uygun şekilde çağırmaktan geçer. Böylece ihtiyaçlar talebe dönüşür. İşte onu hayvanlardan ayıran temel nokta burasıdır. İşte biz şimdi söz öncesi dönemden, preverbal dönemden verbal döneme geçmek üzereyiz.
Küçük insan ihtiyaçlarını ve doyumu edinmek için konuşmayı öğrenir. Böylece ihtiyacın öznesinde talebin öznesi olmaya geçmiş olur. İhtiyaç dilin içerisine dahil olur.
Talepten dürtüye;
İnsan canlısı (hayvan gibi kendisini hayatta tutacak içgüdülere de sahip olmadığından) zaten dünyaya geldiğinde gelişim açısından prematüredir ve üstelik bir dil banyosuna, dilden örülü bir dünyaya doğar. Bunun içinde var olmak için talep etmelidir.
Oral dürtü için Ötekine bir talep yöneltir, anal dürtü için Ötekine bir talep yöneltir. Genital dürtüye gelirsek burada işler biraz daha karmaşıklaşıyor. Bu noktaya geri geleceğiz. Üstelik Lacan iki dürtü daha ekledi bu listeye. Söylemeden geçmeyelim vocal/sesle ilgili ve skopik dürtü. Bakış ve seste öznenin taleplerine dahil oldu. Madem ki bu dürtüler ve bunlardan neşet eden talepler söz konudur, tüm kültürlerde dürtülerin terbiye edilmesi ve jouissance’ın düzenlenmesi konu olmuştur.
Çocuklara şunlar denmiyor mu?
Her istediğini istediğin zaman yiyemezsin, her istediğin yere yapamazsın, oraya yapmayacaksın lağzımlığa yapacaksın, biraz daha büyüyünce kapıyı dinleyemezsin, televizyona bakamazsın, başkalarının yanında orana dokunamazsın!!
Lacan dürtüyü nasıl yazmıştı?
Özneyle talebin ilişkisi olarak yazmıştı: S àD
Üzeri çizili özne – eşkenar dörtgen – D talep
Özne talebin gösterenlerince bölünmüştür ve öznenin taleple bu ilişkisi dürtünün formülüdür.
İşte burada Lacan’ın temel bir önermesine geliyoruz: her talep bir sevgi/aşk talebidir.[2]
Bebeğin talebine karşılık, anne bir memeliden ibaret olmadığından, anne sadece meme vermez, anneden sevgi alır. Annenin bir şey vermesi annenin onu seviyor olmasının kanıtıdır. Bu yüzden de talep bir nesneyle doyum bulamaz. Bu yüzden de hiç kimse, tabii hiçbir çocuk “evet tabii seni seviyorum” yanıtını duymadan tatmin olmaz.
Bir kere talep döngüsüne girince bunu özdeşleşmeler takip eder. Talepler onu özdeşleşmelere götürür.
Talepten arzuya;
Arzunun öznesi ve tabii kaygının öznesi: Lacan ihtiyacın öznesi nasıl arzunun öznesine dönüşür diye sorar. Bence de bu çok önemli bir soru. Neden böyle bir şey olsun?
İhtiyaç-talep-sevgi talebi
Sevgi talebinin şarta tabi olmayışı özneyi Ötekine bağımlı kılar. İhtiyaç ve talebin diyalektiği öznenin dilin Ötekisinden yabancılaşmasını sağlamıştı.
Sevgi talebinin tatminin şarta tabii olmayan doğası öznenin annesel Ötekinden ayrılmasını (Separasyon) sağlar. Burada işlerin, sevgi talebi konusunda, nasıl tersine de döndüğünü görüyorsunuz değil mi?
İhtiyaçla talebin arasına belli bir mesafenin girmelidir! Çocuğun tüm taleplerinin gecikmeden doyurulması onun söze de arzusuna da ulaşmasına engel olur. Lacan’ın öğretisinden biliyoruz ki eksik olan arzulatır. Fakat ihtiyaçla talebin arasına giren mesafe kaygıya da sebep olur.
İhtiyaçla talebin arasındaki mesafenin önemini aslıda size belki daha aşina olduğunuz şekilde anlatabilirim. Winnicott’un yeterince iyi anne kavramı işte bu aradaki mesafeyi yeterince iyi bir aralıkta tutmayı bilen bir anneydi. Peki Lacan açısında yeterince iyi anne var mı? Hayır yok! Anneyle ilgilenmesi gereken bir babasal metafor var. Mesafeyi de ayarlayan odur. Annenin Yasaya tabii olması gerekir ve yasa aracılığıyla anneyle çocuğun ilişkisi düzenlenir. Yasayı taşıyan ise babasal Ötekidir.
Çocuğun anneyle ve anne memesiyle ilişkisini düşünelim.
Lacan “Kaygı seminerinde” annenin memesinin tüm nesnelerinin öncülü ve ana kalıbı olduğunu söyleyecektir. İki ucu olan bir nesne olarak meme anneye ait olduğu kadar bebeğe de aittir. Daha sonra metonimik olarak bu nesneler birbirinin yerine geçer. Sonra geçiş nesnesi gelir. Battaniye ya da belli bir yumuşak oyuncak olur. O da annenin bedeninin devamı gibi muamele görür. Bu kandırıkçı nesne anne ile bebeğin arasında bir ara alan yaratır. Bu hem bir arada tutan hem de birleştiren bu işlevi Lacan formülde “poinçon” yani eşkenar dörtgen işaretiyle yazar. Bu işlev özne ile nesneyi hem birleştirip hem de ayırırken aslında özne kaybedilmiş nesnenin peşinden gider. Böylece arzusu ayakta kalır, devam eder, sürer. Lacan yeterince iyi anne konusunda hem fikir olmasa da Winnicott’un geçiş nesnesinin kaygıya karşı edinilmiş bir kazanç olduğunu söyler.
Lacan, geçiş nesnesinden (fantazmın yapısından ötürü) arzunun nesnesinin, a nesnesinin bir öncülü gibi bahseder.
Kayıp nesneyi arama konusuna dönersem,
Analizde de analizanı ilerleten aynı arayıştır, aynı yanılgıdır. Birçok kez etrafında döndükten sonra nesnenin nihai olarak kaybedildiğini kavrar ve kaybedilmiş olmasının arzunun nedeni olduğunu kabul eder.
Öznenin taleple ilişkisini yani dürtünün formülünü yukarda yazmıştım.
Şimdi öznenin nesne ilişkisini yazalım: Sàa. Bu Fantazmın formülüdür.
Lacan bize arzu ile talebin ilişkisini göstermişti ve neden arzunun temelinde bir eksiğin olduğunu da. Fakat iki tane eksiğin söz konusu olduğunu belirtmek gerekir: özne için gösterenin eksiği ve arzu için nesnenin eksiği. Psikanaliz kliniği öznenin ötekinin arzusu ile Büyük Ötekinin arzunun anlamı olarak okuduğu ne ise o olarak özdeşleştiğini gösterir.Lacan iki mantıksal andan bahseder (biraz önce söylediğim gibi) : birincisi yabancılaşmadır. Özne yabancılaşma sonucunda üzeri çizili özneye dönüşür. İkincisi ayrılmadır. Öznenin Ötekinin arzusuyla karşılaşmasının sonucunda arzunun nesne nedeni ortaya çıkar. İşte üzeri çizili özne ile arzunun nesne nedenini yan yana getirip yazan formüle fantazmın formülü diyoruz: Sàa Fantazm öznenin arzuya dair sorduğu soruya cevap olarak ortaya çıkar. Böylece özne, jouissance’ın öngörülemez doğası ile de karşılaştığından, arzuyu anlamlandırmak için bir cevap üretir.
Lacan’ın 6. Semineri “Arzu ve Yorumu” semineridir. Arzu nasıl yorumlanır? Daha açık seçik sormam gerekirse özne arzusunu nasıl yorumlar? İşte bu seminer bu soruya aşikar bir yanıt verir: Yanıt fantazmdır. Bu seminer fantazmın mantığını ortaya koyar. Lacan daha sonra 14. Seminerde (Fantazmın Mantığı) bu konuya geri dönecektir. Öznenin arzusu, arzu nesnesi ile ancak fantazm aracılığıyla bağlantı kurabilir. Nesneler ancak fantazm içinde yer alabilirler.
Lacan Arzu ve Yorumu adlı seminerinde fantazmın kurduğu bu bağlantının özne de güneş tutulmasına, öznenin fading’ine, öznenin aphanisis’e benzediğini söyler. Özne nesneyle birlikte silinir, kaybolur, yürürlükten kalkar (abolition). Bu yüzden de Lacan fantazmı bir tür kesilme, kaybolma, senkop olarak tanımlar.. To fade ingilizce – ve Lacan bu kelimeyi ingilizce kullanıyor- kaybolmak, silinmek, kendinden geçmek anlamında. Öyleyse fantazma özgün olan öznenin nesnenin karşısında silinmesi, kendinden geçmesidir.Bu an nesnenin varlığında gerçekleşir ve belli bir uyumlanma için tatmin sağlayan bir andır. Çünkü arzu ne bir istek ne de bir temennidir. Rüyanın gerçekleştirdiği Wunsch de değildir.Fantazm rüyanın yaptığı gibi arzuyu gerçekleştirmez, onu uyarlar Bu formüldeki eşkenar dörtgen iki şekilde okuna bilir: « özne ve nesne », « özne veya nesne ». Bu eşkenar dörtgen, öyleyse, hem birleştirir hem de ayırır. Özneyle nesnenin ilişkisi ayrılma ve birleşmenin bir arada olduğu bir ilişkidir.
Bana özneyle nesnenin ilişkisini James Stewart sordurtmuştu. Hitchock’un meşhur filmi Arka Pencere’de fotoğrafçı, James Stewart geçirdiği kaza sonrasında bacağındaki alçı sebebiyle yürüyemez durumdadır ve tüm gün pencerenin önünde oturur ve teleskopuyla komşularının pencerelerini izler. Akşamları ise nişanlısı onu ziyarete gelir. Hem çok güzel, hem zengin hem de ona aşıktır. Gelen nişanlı herhangi birisi değildir. Grace Kelly’dir. Fakat James Stewart onun farkında değil gibidir. Evlilikten hiç bahsetmemektedir. Aslında benim sorum tam şuydu: bu adam Grace Kelly’yi neden görmüyor? Filmde bu durum, ikisi ortak bir ilgi geliştirene kadar böyle devam eder. Karşı apartmandaki dairelerden birisinde şüphe uyandırıcı bir şeyler olmaktadır ve ikisinde de adamın karısını öldürdüğüne dair bir izlenim uyanır. Böylece ikisi ortak olurlar. Dönüm noktası Grace Kelly’nin cinayetin izini bulmak için muhtemel katilin dairesine girdiği ve nişanlısının onu izlediği andır. Sanki James Stewart onu ilk defa görür ya da Kelly ilk defa onun bakışı tarafındanyakalanır. Lacancı terimlerle söylemek gerekirse onun fantazmının penceresine girer. Böylece onun arzusunun nesnesi olabilir. Tabii her kadın, ya da yalnızca güzel kadın, erkek için “0 kadın” değildir. İşte bu ana kadar bütün güzelliğine rağmen Grace Kelly görünmez gibidir. Alenka Zupancic Arzunun Estetiği ve Jouissance’ın Etiği [Estetique Du Desir, Ethique De La Jouissance] adlı kitabında bu bağlamda fantazmın penceresinden bahseder. Fantazm özne için arzunun konumlanmasını sağlar. Başka bir deyişle perspektifi belirler. Arzunun perspektifini belirler. Fantazm bize nasıl arzulayacağımız öğretir.
Fantazm, arzunun bir yorumu olarak Ötekinin üzeri çizili olmasının açtığı deliği tıkamaya gelir. Büyük Ötekinin üzerinin çizili olmasının ne demek olduğu konusuna geleceğiz. Şimdi Büyük Öteki tanımımızı biraz genişletelim.
Lacan’ın öğretisinde iki hali söz konusudur: birincisi büyük A harfiyle yazılan Autre yani Ötekidir. Bu tam, bütün bir ötekidir. Ne zaman ki bir lapsus, dil sürçmesi, rüya, espri ortaya çıkar yani orada üzeri çizili, dilin etkisi ve kastrasyonuna tabi yani Ötekine inanan bir özne vardır. Bu öznenin simgeselde bir yer bulması Ötekinden gelen gösterenlerle olur. Özdeşleşmelerle ve bu özdeşleşmelerin onun üzerinde yarattığı etkilerle olur. Simgeselde bir yer edinmesi öznenin Ötekinden aldığı ana gösterenlerin onu konumlanmasına hizmet etmesi sayesinde gerçekleşir: Bebek ağladığında Ötekinin gösterenleri ona cevap verir demiştim. Analizde ise Ötekinin bu etkisi, analizanın analistin işaret ettiği bir şeyin anlamını deşifre etmeye yönelmesiyle ortaya çıkar. Bu yüzden analizan analistin niye sustuğunu, niye ona baktığını sorar. Çünkü çalışmanın başında analist anlam konusunda Büyük Öteki konumda bir mercidir. Lacan 11. Seminerde özne analistle konuşmaya başladığında ne olur diye sorar. Analiste yani bildiği farz edilen ama henüz hiçbir şey bilmediği kesin olan özneye konuşamaya başladığında ne olur: «İlk başta talep olarak şekillenen bir şey analiste arz edilir…. Peki özne ne talep eder? İşte bütün mesele de bu, çünkü özne gayet iyi bilir ki, her neye iştahı ya da ihtiyacı olursa olsun hiçbiri analizde doyurulmayacaktır; analizde olsa olsa kendi menüsünü hazırlayabilir.»
Lacan Psikanalizin Dört Temel Kavramı adlı seminerinin 24 Haziran 1964’teki son dersinde bize bir hikaye anlatır. Bir kişinin bir restorana yemeğe gittiğini tahayyül etmemizi ister. Restorana giden kişi ne istiyorum sorusuyla karşılaşır. Peki Ötekine ne sorar? Tabii ki menüyü soracaktır. Bir nesne yani bir ihtiyaç nesnesi değil de , gösterenler istemiş olur. Seminerden alıntılıyorum: «Küçükken okuduğum bir resimli masal kitabında, zavallı bir dilenci bir kebapçının kapısında durup, kızarmış etin dumanını soluyarak kendine ziyafet çeker. Bizim bahsettiğimiz durumda duman menüdür; yani konuşmaktan başka şey yapmadığımıza göre, gösterenlerdir. Ama şöyle bir sıkıntı var- benim kıssam bu- menü Çince yazılmıştır. O zaman ilk elde lokantacı kadından menünün çevrilmesini isteriz. Çevirir : Wonton çorbası ve bir şeyler daha. İlk defa Çin restoranına geliyorsanız muhtemelen çevirisi de size pek bir şey ifade etmeyecektir, sonuçta lokantacı kadına Siz bir tavsiyede bulunun, dersiniz, bu şu demektir : Benim bunların arasından ne istediğimi/arzuladığımı siz bilin. »
Gördüğünüz gibi burada bir komplikasyon var ya da Lacan’ın söylediği gibi bir paradoks var. Menü Çince! Her durumda, analiz de dahil olmak üzere, özne ne talep ettiğini bilmez, talebinin hangi arzuyu taşıdığını hiç bilmez. Özne burada da arzusu ne bilemez. Bu yüzden de gösterenler ondan geldiğinden lokantacı kadının benim yerime karar vermesini isterim. Bu yüzden de Ötekinin arzusunca arzularım. Özne gösterenlerle işte böyle beslenir ve gösterenler Ötekinin dilinden gelir. İşte öznenin kaybının, fading’inin, baygınlığının da sebebi budur. Birbirine bağlı iki neden vardır: Ötekinden talep ettiğinde özne gösterenleri kullanır ve özne bir gösterenden ötekine geçerek kendisini temsil eder ve bu geçişte silinir, kaybolur. Bir yandan da özne yabancılaşmanın sonu olarak Ötekinden ayrılmıştır ve her şey zaten bir kayıpla – jouissance açısından – başlamıştır. Eğer tüm talepler özünde sevgi talebiyse, zaten özne Öteki cevap verdiğinde bir kayıpla karşılaşmaya mahkumdur. Bu durum çocuklar ebeveynlerine «ama bana söz vermiştin » dediklerinde somutlanır. Sevgi talebi Ötekinin tüm gücün sahibi olmasının da sebebidir ve bu yüzden de nesnelerin özgüllüğünü hükümsüz kılar (abolition). Bunu ifade etmek için Lacan in kullandığı kelime abolition, fesih, ilga, yürürlükten kaldırma, lağvetmek anlamına gelir. Düşünün ki nesnelerin özgüllüğü lağvedilmiştir fakat arzu yıkılmaz olarak tanımlanmıştır. Lacan arzunun nesnelerden bağımsız bu özelliğini Bilinçdışının Oluşumları seminerinde söyler. Talep tarafından ortaya çıkarılan, a nesnesi arzunun nedeni olacaktır. Bu yüzden talebin tatmin olduğu her durum arzunun nesnesinin ifşa olmasına ve arzunun hep Başka/Öteki bir şey aramaya yönelmesine neden olur.
Biraz önceki kıssadaki Çin restoranındaki masaya dönersem. Ben burada ne istiyorum? Özne cevabı Ötekinin mahallinde arar. Ondan cevap bekler. Hatta Ötekinin ondan şunu ya da bunu seçmesini talep etmesini arzular ve hatta arzu nesnesini göstermesini arzular. Nevrotik özne sadece Ötekinin arzusunu talep etmez üstelik Ötekinden kendisine bir talep yönelmesini arzular.
Biraz önceki alıntımın devamını aktarmak istiyorum : « Çünkü Çin restoranına sadece yemek yemeye gitmezsiniz, egzotik bir çerçevede yemek yemeye gidersiniz. Benim kıssamdan çıkartılacak bir hisse varsa o da şudur: Yiyeceğe duyulan arzunun, beslenmek için yemekten başka bir anlamı vardır. Burada yiyecek arzusu, ruhsallıktan atılan tek öğe olan cinsellik boyutunun taşıyıcısı ve simgesidir. Altta yatan da kısmi nesneyle ilişkisi içindeki dürtüdür.»
Ötekine yönelen talebin analizde bir sonucu vardır. Buna aktarım aşkı diyoruz. Bilginin analistte farz edilmesi onu gizemli kılar. Özne arzu nedeni olan nesneyi taleple edinilecek bir nesneymişcesine yakalamaya, ele geçirmeye çalışır. Özne aradığı nesnenin Ötekinde olduğunu varsayar ve ona ideal imgesini sunar, Ötekine kendisini sevimli göstermeye çalışır. (objet aimable- Seminaire 11)
İşte bu yüzden de arzu nevrotik özneye astarı yüzünden pahalıya gelir. Tatmin olmak için kendisine hep güçlük çıkarır. Nevrotik kendisini Ötekine mahkum, ötekine mecbur kılar. Lacan bunu Öznenin Altüst edilmesi ve Arzunun Diyalektiği metninde « la sujétion de l’Autre » ( Subjection of the Other )diye adlandırır. Büyük Ötekine tabiyet olarak tanımlar.
Metnimin başında Ötekinin Lacan’ın öğretisinde iki hali söz konusudur demiştim: birincisi büyük A harfiyle yazılan Autre yani Ötekidir. Bu tam, bütün bir ötekidir. Bir de üzeri çizili A vardır. Dilin eksiz olmadığını, tam-bütün olmadığını ifade eder. Nevrotik ne zaman anlamı Ötekine sorar, ondan rica eder, bir şeylerin etrafında döndüğünü ve gösterenlerle eksiksiz bir anlama ulaşamayacağını keşfeder. Bir boşluğun etrafında dönmektedir. Bir paradoks daha burada ortaya çıkar. Arzu bir eksik üzerine kurulduğundan özne Ötekinden arzusunun garantörü olmasını bekler ve arzusunun dayanağı Ötekinin üzeri çizili, Ötekinin eksik olmasıdır. Öznenin tüm soruları, ricaları, talepleri, istekleri işte bu üzeri çizili Ötekinin garantisi altındadır.
Arzunun diyalektiği, böyle bir garantinin olmamasından gelir. Lacan’ın meşhur formülünü böyle anlayabiliriz. «il n’y a pas d’Autre de l’Autre» yani “Ötekinin Ötekisi yoktur”. 1959 yılında Arzu ve Yorumlanması Seminerinde Lacan bu formülü telaffuz eder. Daha sonra bu formülü şöyle yazar: S(Ⱥ). Yani Ötekinde de eksik bir gösteren vardır.
Lacan bize dilin bir yasaya tabii olduğunu söyler, Ötekinin bir gösterenler topluluğu olduğunu söyler. Fakat ardından da Ötekinin Ötekisi yoktur diye ekler. Öyleyse öznenin tamamen anlam ile ulaşabileceği bir son yoktur. Benim ne olduğumu söylemem için bir gösteren eksiktir.
Bu gizemli formülü anlamak için Arzu ve Yorumlanması Seminerinde Lacan’ın verdiği örnekten yararlanabiliriz. Burada Lacan arzunun dramı olarak adlandırdığı Hamlet’ten bahseder.
Kısaca hatırlayalım: Danimarka kralı ölmüştür. İki ay sonra eşi merhumun erkek kardeşi Claudius ile evlenir. Bir gece, ölü baba hayalet formunda Hamlet’in karşısında belirir. Ona ne der? Tüm hakikati ortaya koyar. Cinayeti açıklar ve kurban durumunda olduğunu bildirir. Uyurken kulağına zehir dökülmüştür. Öyleyse Hamlet’ten beklenen onun intikamını almasıdır. Fakat biliyoruz ki oyun boyunca birçok kere fırsat gelmesine rağmen Hamlet bir türlü bunu yapamaz. Lacan bize kulağından içeri dökülenlerle zehirlenenin esas Hamlet olduğunu söyler. Alınması planlanan intikam sürekli ertesi güne kalır. Ödemesi gereken babasına karşı borç ile dolup taşmaktadır fakat bir türlü yapamaz. Peki neden? İçinden çıkamadığı bir soru ile baş başadır: Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu! Bir türlü karar veremez.
Hayaletle bu cehennemvari, bu uğursuz karşılaşmanın Hamlet için nasıl bir sonucu olur?
Ödipus’un aksine Hamlet katilin kim olduğunu bilir. Babasını kimin öldürdüğünü bilir. Ama ne yapılması gerektiğini bilse de harekete geçemez. Hayalet ona bir bilgi verir ve bu bilgi annesinin neden böyle hızlıca evlendiğine, yasın nasıl böyle hızlıca bittiği hakkındadır. İşte bu bilgi Ötekinin üzeri çizili olmasına dairdir, Ötekindeki eksikle ilgilidir. Üzeri çizili Öteki yalnızca gösterenlerin mahalli yalnızca sözlerin mahalli değildir aynı zamanda eksiğinde mahallidir. “Eğer tabiri caizse, psikanalizin büyük sırrı şudur. Bu büyük sır, Büyük Ötekinin Ötekisi olmadığıdır.” der Lacan. Hamlet’in intikamı sürekli ertelemesi Claudius’la iş birliğinden değildir. Babasının intikamını alabilirdi ve babasının katilini öldürerek suçluluğunu dindirebilirdi. Fakat Hamlet annesinin arzusunun karşısında duraksar. Hamlet psikanalizin büyük sırrına dair bir şey bilmek istemez. İdan Oren bize biraz önce bu sırdan bahsetmişti. Hamlet Ötekinin arzusunu var etmeyi seçer yani annesinin arzusunu var etmeyi seçer. Lacan bize Hamlet in annesine karşı duyduğu arzunun değil annesinin arzusunda sıkışmasının sorun yarattığını söyler. Bu yüzden Hamlet arzunun dramıdır. Bu yüzden Hamlet’in babası onun arzusunun garantisini, dayanağını sağlayacak bir işlev olarak var olmamıştır.
Shakespeare’in bu oyunu bize Ötekinin üzeri çizili olmasının, onda eksik olan gösterenin ölü babanın hayaletinin sözleriyle, oğlunun kulağına fısıldadıklarıyla, simgeselleşmemiş bir biçimde nasıl geldiğini anlatır. Hamlet eksiğin etrafında simgesel bir hat çekemez ve bu boşluğun karşısında fantazmdan ne faydalanabilir ne de onu kat edebilir.
Son söz;
Bugün arzunun ne olduğu meselesini ele almaya çalıştık.
Yukarda arzunun metonimik doğasından yani bir nesneye sabitlenmeyişinden bahsetmiştim. Arzunun yıkılmaz, ele geçirilemez doğasından bahsettim. Arzunun nasıl yorumlanacağını sorusunun lacancı cevabının fantazm olduğunu söyledim. Arzunun bu metonimik özelliğini vurgulamak için Lacan Leonardo da Vinci’nin Vaftizci Yahya tablosundan bahseder. Yukarı kaldırdığı işaret parmağı hep daha öteyi tarif eder. Arzunun hep ilerde olması yorumun arzuyla değil diyakronik bir ilişki içinde olduğu fantazmı hedeflediği anlamına gelir.
Lacan (VI. Seminerinde, Arzu ve Yorumu) bunca yıl sonra hala psikanaliz diye bir şeyin var olmasını insanla ilgili “yeni, ciddi ve otantik” bir şey söylüyor olmasına bağlar. Psikanalizin özneye getirdikleri yeni olarak tanımlanabilir, ciddi olduğu da söylenebilir peki psikanalizin söylediği ne açıdan otantiktir? İşte sorulması gereken ilk soru budur. Bunu Lacan VI. Seminerin 20. Bölümünde, “Temel Fantazm” bölümünde sorar. Psikanalizde “tartışılır ve bazen de güvenilmez sonuçlarının ötesinde” bir şey olmalı der. Lacan’a göre psikanaliz yalnızca, tarihteki diğerleri gibi, iyi kurulmuş, hatta başarılı bir terapötik bir iş olsaydı, bugün hala var olmasına hayret ederdik. Bu yüzden de Lacan “ruhsallıkla ilgili hiçbir teorinin 50 yıldan fazla hayatta kalmamış olmasına rağmen psikanalizin hala var olmasını” nasıl anlamamız gerektiğini sorar.
Hala psikanalizin var olmasını Lacan’ın La chose freudienne dediği şeye borçluyuz. Freudcu Şey “arzudur”. Psikanaliz bir tür gizem yorumlayıcısı olup imgeselin peşinden gidemez, ama diyalektiği kavrayarak gerçeğin peşinden gidebilir. Çünkü Freud bize semptomun bilinçdışına referans verdiğini ve arzuyu dahil ettiğini göstermişti. Biliyorsunuz, Lacan bilinçdışı için “bilinçdışı, o konuşur” demişti. Freud bize histerinin semptomları aracılığıyla nasıl konuştuğunu gösterdi. Lacan Freud’un bilinçdışı ve arzuya dair bu keşfinin “sezgiden öte kahinlik” gibi olduğunu söyler. Çünkü Freud maskenin ötesinde arzunun gizemini yakalayabilmiştir.
Lacan Bilinçdışının Oluşumları seminerinin bir sonraki yani 19. Bölümünde Otto Rank’ın İnternational Journal’da yayınlanmış bir makalesindeki bir vakadan bahseder. Genç bir erkek ilk defa cinsel ilişkiye girdikten – hem de bu tatminkar deneyimin ardından- sonra evine dönerken, külotunu indirip “çok başarılı bir teşhircilik” örneği gösterir. Demir yolunun kenarında tren gelirken ve trenin ışığı altında cinsel organını oldukça kalabalık sayılabilecek bir gruba hem de kendisini hiç tehlikeye atmadan teşhir eder. Bu eylemin bir anlamı olmalı değil mi? Peki bu eylemi nasıl anlamlandırmak gerekiyor? Özellikle de bu genç adamın ilk cinsel deneyimi olduğunu düşünürsek. Lacan bize onu göstererek ne yapmak istiyor diye soruyor. Gösterdiğinin ardında silindiği, fallustan fazlası olmayı istediği söylenebilir mi? Lacan şunun altını çizer: tamamen tatmin olduğu bir cinsel birleşmenin ardından gerçekleşen bu eylemin tatminin ötesinde arzunun baki kaldığını gösterir. (desirer au-dela de la satisfaction/ what is left over to be desired beyond satisfaction. ) İşte bu yüzden arzu onu tatmin eden nesne ile doğrudan ve saf bir ilişki içinde değildir.
Lacan açısından bilinçdışı söylemin parçalarından, dilin parçalarından ve sesteşliklerinden ve çocuğun ebeveynleriyle ilksel ilişkisinde içselleştirdiklerinden meydana gelir. Analiz söze dayalı bir pratik olarak analizana var oluşunun koordinatlarını belirlemeye ve arzusunu keşfetmeye olanak tanır. Analizan, analizde, kendisini birbirine durmadan zincirlenen bir gösteren kalabalığı içinde bulur. Onun kaderini belirleyen anlamlandırmalarla, nihai gibi görünen anlamlandırmalarla karşılaşır. Nevrotik sözlerin ve arzunun mahalli, yeri olarak Ötekini var ederek kendini garantiye almaya çalışır. Fakat eğer Ötekinin üzeri çizili ise Ötekinin Ötekisi yok demektir. Özne taleple karşılaştığında silinir (fading), -Ötekinden yabancılaşmış olduğundan- kendine şunu sorar: Che Vuoi? Benden ne istiyor. Arzu ile narsistik özdeşleşmenin eklemlendiği yer burasıdır. Özne bölünmüş özne olmanın yani özne ve Öteki arasındaki bölünmenin yarattığı tatminsizliği aşmak için sürekli nesneyi ele geçirmeye ve Ötekine ulaşmaya çalışır. İşte arzunun kaderi buradadır.
EKLER….
Fantazm nerede ortaya çıkar? Nasıl kendisini gösterir.
İki örnek verebilirim;
Kurt adam vakasında Freud kurt adamın kurtlar gördüğü rüyayı çocukluk çağı nevrozunu ortaya koyan bir fantazm olduğundan bahseder.
Freud’un Rüyaların Yorumunda bahsettiği “ölü baba” rüyasını hatırlayalım. Bu meşhur rüya 6. Bölümde geçiyor. Rüya şöyle: (Rüyayı görenin) Babası yeniden hayattaydı ve onunla her zamanki gibi konuşuyordu ama [garip bir şey] aynı zamanda ölmüştü ve bunu bilmiyordu. Bu cümle tam olarak Freud’un bize aktardığı cümledir: ölmüştü ama bunu bilmiyordu. Rüyayı gören kimdir? Freud’dur. Bu rüyadan Lacan 6. Seminerde ve Subversion du sujet makalesinde bahseder.
Rüya bilinçdışında tutarlılık olmayacağı böyle absürd şeylerin olabileceği söylenip kenara atılamaz zaten Freud da böyle yapmaz ve rüyayı şöyle yorumlar. Bu yorum rüyayı görenin arzusu yani WUNSCH üzerine kuruludur. Baba – rüyayı görenin arzusunca- ölmüştür ve – yine rüya görenin arzusunca – bunu bilmemektedir.
Lacan bu rüyada fantazmın ortaya çıktığını söyler. Baba ile oğulu karşılaştıran bu senaryo nedir diye sorar? Bu tabii ki fantazmdır. Öyleyse fantazm rüya da ortaya çıkabiliyor. Rüyanın içinde imgesel bir temsil halini alabiliyor. Bu yüzden de Lacan Freud’un öidipal arzusu yorumuna katılmaz ve burada bunun ötesinde bir şey olduğunu söyler. Lacan’a göre değişmez, sabitlenmiş bir rakip olarak baba imgesiyle olan bir karşılaşma söz konusudur.
Lacan bu bölümde bize Freud’un son metinlerinden birisinin Sonlanabilir ve Sonlanamaz Analiz olduğunu anımsatır. Freud analizin sonunun erkek için kastrasyon kompleksine, kadın için penis hasedine yani indirgenemez bir noktaya gelip dayandığını söyler. Öyleyse analiz fallusla ilişkiye dair bir noktaya bizi getiriyor. Fallus yani lacancı terimlerle söylersem arzunun gösterenine getiriyor. Lacan bu noktadan Freudcu keşfin başlangıç noktası neydi diye sorarak devam ediyor. Cevap bellidir: Cevap arzudur. Freud semptomlarla ve rüyalarla ilgilenir. Her ikisi de arzuyla ilgilidir. Hatta rüya söz konusu ise arzunun gerçekleştirilmesi söz konusudur. Semptomda da bir tatmin olduğunu biliriz. Ama tersine bir tatmin vardır. Öyleyse der Lacan arzunun maskesi vardır. Arzu onu tatmin eden nesne ile doğrudan ve saf bir ilişki içinde değildir. Analiz sayesinde arzunun “serseri, kaçak, ele avuca gelmez” (vagabond, fuyant, insaisissable/vagabond, fleeting, ungraspable) yüzünü tanırız. Bir yanda arzunun çıkmazları, uyuşmazlıkları, anormallikleri varken diğer yanda özne ile yaşam arasındaki bağda kendisini gösterir. Üstelik insanın arzusu daima Ötekinin arzusu ile ilişki içindedir. Bu yüzden de arzu ancak arzuların çeşitliliği içinde (diversity of its desires)kavranabilir.
Rüyanın arzunun gerçekleştirilmesi olduğunu, semptomun ise arzu konusunda daha farklı olduğunu söylemiştim. Freud öznenin tanınmasını isterken diğer yandan bastırdığın bir arzunun mevcudiyetini tanımladığını söyleyebiliriz. Bu çok paradoksal bir durumdur. Bastırılmış olan arzu semptomda kristalize olur. Özne onu engellemek için her şeyi yaparak tamamen bu arzunun egemenliğine girmiştir. Freud histeri krizlerinin arzuyu hem gösterip hem de nasıl sakladığını bize gösterir.
[1]La seule chose dont on puisse etre coupable, c’est d’avoir cédé sur son désir.
[2]Toute demande est demande d’amour.