Bu çağda psikanalizin hala bir geleceği var mı?

BU ÇAĞDA PSİKANALİZİN HALA BİR GELECEĞİ VAR MI ?

Ceren Korulsan

3 Kasım 2018

Lacan Roma Söylevinde psikanalistin “çağının öznelliğini” yakalaması gerektiğini söyler. Böylece psikanalizi bağlantılı olduğu tüm alanlarla güncel olgularla ilişki içinde olmaya ve tartışmalarına dahil olmaya davet eder.

Genetik ilerlemelerin ve yardımcı üreme tekniklerinin yaygınlaşması ve hatta istilası cinselliğin üzerinde belli bir etki yarattı. Bu durum psikanaliz pratiğinde bedenin konumuna dair bazı soruları sormaya  da olanak yarattı. Hatta günümüz toplumuna dair de bazı sorular ortaya çıkmış oldu. Benim bugünkü sunumum özellikle genetiğe ya da yardımcı üreme tekniklerine odaklanmayı amaçlamıyor ama bu örneklerden yola çıkarak psikanaliz açısından hangi soruların ortaya çıktığını göstermeyi amaçlıyor. Çünkü bütün bu güncel değişikliklerin gündelik yaşamımızda distopyaya benzer bir etkisi oldu. Bu yüzden de bilim kurgu, artık o kadar şaşırtıcı bir tür değil. Hatta bu bilim kurgu değil demek gündelik bir pratiğe dönüştü. Bu ifadeyi eski NSA çalışanı Edward Snowden ağzından, “Citizenfour” adlı belgeselde de duyuyoruz. Snowden NSA’ın gizli dinlemelerini ifşa etmişti. Gazetecilere belgeselde olup bitenlerle ilgili olarak bu bir bilim kurgu değil diyordu. Evet bu bir bilim kurgu değil. Buna katılıyorum. Bu ancak bir distopya olabilir. Birazda alaycı bu ifade aynı zamanda çağımızın gerçekliği ile bilim kurgu arasındaki sınırın ne kadar ince olduğunu hatırlatıyor. Kurgunun aşırı gerçekçiliği ya da gerçekliğin tuhaflığı, belki aşırılığı söz konusudur. Ütopyanın dünyası kusursuzdur –eu yunanca iyi, mutlu anlamına gelir topos ise yer demektir. Distopya, bildiğiniz gibi, işlerin ütopyanın aksine yürüdüğü bir dünyadır.

Gattaca işte böyle distopik bir dünyadır. Burada insanlar genetik materyallerinin mükemmelliğine göre sınıflanır ve hayattaki görevleri belirlenir. Üreme tamamen buna göre yapay olarak belirlenmiştir. Genetik üstünlüğü olanlar yani elitler belli işleri yapma hakkına sahip olabilirler oysaki doğal yollarla dünyaya gelmiş olanlar toplumun safrası sayılmaktadır.

Aslında biyoteknolojinin ilerlemesi çocuk sahibi olama konusunda daha önce hiç var olmayan bazı yaklaşımları gündelik hayata dahil etti. Buna mukabil bazı talepleri de. Hatta bazen sonuçlarını düşünmeye imkan tanımayacak bir hızda bazı değişimler gerçekleşti.

İşlerin genetik mirasa göre düzenlendiğini ve gebelik konusunda rastlantının etkisinin ortadan kalktığını hayal edelim. Tıpkı Gattaca’da olduğu gibi. Film bize bu dünyanın uygun gördüğü genetik mirası taşımayan ama o istediği işi edinmek için gerekli arzuyu taşıyan bir adamın hikayesini anlatıyor. Yani kendi arzusuna doğru gitmek için bir yol buluyor. Gattaca üremenin gizemi ve olumsallığına direnen buna engel olmaya çalışan bir dünyadır. Buna kendine göre bir çözüm önerir. Cinselle karşılaştırmayan bir çözüm. Gattaca’da çocuklar nereden geliyor ? Psikanalizin önemli bir sorusuna yani çocuklar nereden geliyor sorusuna kesin bir yanıt oluşur. 

Genetik öngörü, genetik belirlenim olarak alımlandı ve geçerli sayıldı. Bu durumu Gattaca’dan değil, günümüzden zaten biliyoruz. Genetik olarak bir olasılığın olması, o olasılığın çoğu zaman gerçekleşmiş  gibi ele alınmasına neden olmaktadır. Buna olasılığın kesinliği demek yerinde olur. Her öngörü, prediktif testlerle aranan her olasılık, sonsuz sayıda ön görülemeyen olasılıkla özneleri karşı  karşıya getirmektedir. Burada bir paradoks ortaya çıkıyor. Çünkü her ne kadar olasılıkları tespit etmeye çalışırsanız çalışın hesaplamanın ötesinde ortaya çıkanlar söz konusudur ve bunun kliniğinin bizi şaşırtmaması mümkün değil. İşte bu yüzden genetik öngörünün trajediye benzediğini söyler. Fakat trajedi okuru bilir ki her şey aslında öngörüden ya da kehanetten sonra başlar. Bir hastalığın genetik yatkınlık ya da gen taşıyıcılığı olduğu her seferinde ortaya çıkmaması önemli bir noktadır. Diğer önemli nokta ise olumsallığın ne zaman sahneye çıkacağını bilmek mümkün değildir, hastalığın ortaya çıkacaksa bile, oluşması öncesinde neler olacağını kim söyleyebilir ?

Fakat bizim çağımızda genetik öngörü neredeyse her tür sosyal öngörünün de referans noktasına dönüştü. Belli durumlar, bu kabulle ilerde patolojik ya da hastalıklı bir duruma dönüşecekmiş, bu kaçınılmazmış gibi değerlendiriliyor, çünkü elimizde tanımlanmış bazı genetik bileşimler var. Olumsallık, özne ve öznenin eylemi hiç yokmuşçasına bu nasıl söylenebilir ? Genetik geçişli bir hastalık için gelecekte belli bir zaman aralığında bu hastalığın semptomatik düzeyde bir başlangıcı olacağı söylenebilir ama şimdiki zaman ile bu kesin tarihi belli olmayan gelecek arasındaki zaman aralığında ne olacak ? 

Genetik geçişin ön planda olduğu kanserler söz konusu olduğunda da durum benzerdir. Henüz hiçbir belirtisi olmayan ve belki de bu geni taşıdığı halde hiç hastalanmayacak olan ve yakın bir gelecekte hasta olacak bireyler genetik bir değerlendirmeye girdiklerinde ne olur ? Herhalde böyle bir karşılaşmanın özne üzerinde bazı sonuçları olacaktır. Bu test sonucuyla yüzleşmenin etkileri karmaşıktır. Bazen genetik bir mutasyon bir tür kader gibi alımlanır. Bazen mutasyonun olmaması hiçbir rahatlama yaratmaz. Hatta bazen de genetik mutasyonun varlığı kaygı uyandırmayacaktır. İşte işin bu boyutu öznel olarak alımlamanın tamamen tekil olduğunu gösterir.

Vakaların özgüllüğü ayrı bir konudur, tekilliği ayrı bir konudur. Tekil olan her özne için ayrı ayrı onun bilinçdışına özgü olarak tanımlanacaktır, öngörülebilir değildir, öznel bir tercihtir. Ama hastalığının kliniğe has, ona özgü olan bir şeyde vardır yine de bununla evrensel olan arasında da bir ayrım yapmak gerekir.

Psikanaliz hastalığın gizemiyle ve özellikle de öznenin gizemiyle ilgilenir. Teknolojik ilerlemeler baş döndürücüler ama  bunun bireyleri karşı karşıya getirdiği gizem,  hastalığın gizemi ve öznelerin bununla ilişkisi tıbbın ilgisini çekmiyor. Tıp kendi bilgisini her vakada yeniden teyit etmekle ilgileniyor. Bu bakış açısından tıbbın  yararlandığı teknolojik gelişimlerin sonuçlarını ve etkilerini ele alamayışı onu klinik olarak güçsüz kılıyor. Konuşmamın başında alıntı yaptığım Roma söylevinde Lacan “çağın sarmalı” ifadesini kullanıyor. Bu sarmalın içinde etkili bir kliniğin kendine yer bulması kolay değil.

Tıbbi klinik şüphesiz ki psikanalizin kliniğinden farklıdır, en başta tıpta muayene enspeksiyon ile başlar. Buna karşı psikanaliz görünür olanın ötesiyle ilgilidir. Hatta Freud’un icat ettiği analitik pratik kendisini görünür olandan uzaklaştırmıştır. Divan, analist ve analizanın görsel düzeydeki ilişkisini keser ve sözü ilk sıraya yerleştirir. Freud bunu « Psikanalize Giriş Seminerleri’nde » vurgular. Bir analiz seansına dinleyici olarak katılmakta mümkün değildir. Bu yüzden psikanaliz ancak analizden geçmekle ve teorik çalışmalarla öğrenilebilir. Analiz mekanizması izlemeye uygun olmadığı gibi, analizan ile analist arasındaki görsel ilişkide koparılmış ve sadece söze yer açılmıştır. Buna karşın tıbbın kliniği görmeye dayanır. 

Bildiğiniz gibi Lacan göz ve bakışı birbirinden ayırmış ve bakışa bir nesne statüsü vermişti. Onu skopik dürtünün nesnesi olarak tanımlamıştı. Psikanaliz bu bağlam da bakışla ilgilenir. Fakat psikanaliz kliniğinde kavranabilir olanla, görülebilir olanı birbirinden ayırmak gerekir. Bazı şeyler yoklukları üzerinden kavranabilir. Öyleyse görünür olanın ötesinde olmayandan çıkarsanabilecek şeyler vardır. Analistin bakışı da, doktorun hastaya bakışından farklı olarak, doğrudan analizana değil, başka bir sahneye yani bilinçdışına yönelir. Böylece sözlerle ilgilenir ve analizanın kliniğinin bir imkansızlığı içerdiğini tanır. Psikanaliz kliniğinde imkansızın merkezi bir önemi vardır. 

Bu sayede psikanaliz yakalanamayan, kavranamayan, ele geçirilemeyen bir şeye erişim sağlar. İşte bu öznenin daima elinden kaçan tarafıdır. Psikanalizde duyulan kadar duyulmayanda dinlenir. Görünür olmayanı, duyulur olmayanı da içeren bir dikkat söz konusudur. Çünkü bilinçdışı bilinçli söylemin süreksizliğinde, kesintilerinde kendini gösterir, belirir ve kaybolur. Bu yüzden de analist ve analizan için esas olan, oraya doğru gitmeye cesaret etmektir, tam olarak neyle karşılaşacağını bilmeden.

Ruhsallıkta olup biten her şey gerçekliğe uymaz. Bir ölçüde onu ele alabilmek, ondan bahsedebilmek için onu yeniden kurmak gerekir. Bu yüzden de psikanaliz kliniği bir keşif ve dönüşüm çalışmasıdır. Herkes bunu kendine göre, kendince yapar, kendi tercihleriyle ve kendi cevaplarınca ilerler. Ve psikanalize özgü bir paradoks ortaya çıkar. Çünkü psikanaliz sadece sözlerle ilerlemez. Söze gelmeye direnen, söylenemez olandan, yani gerçeğe dokunan yerden analizan yeni bir cevap üretir. Gerçeğin karşısında, bilinçdışının sorumluluğunu alan bir özne yeni daha önce hiç olmayan bir yanıt üretebilecektir.

Bu açıdan, bir düzeyde psikanalizin tıbbın tersi olduğunu söylemek yerinde olur.  Tıp her şeyin mümkün olmasını ister. Analiz ise imkansızı dayanak alır ve buradan bambaşka ve mümkün şeyler bulmaya gider. Bu yüzden analizde ve kliniğinde tıbbın tersine işleyen ve  tamamen farklı bir mekanizma söz konusudur. Bir çıkmazdan, imkansızdan, mümkün olan yeni yollar bulmak ancak böyle mümkün olabilir. Ele geçirilemez, yakalanamaz, söze gelmez olanın konumlandığı yerde özne aslında  belli bir özgürlük içinde farklı bir şey yaratabilir.

İmkansız bir soru… Çocuklar nereden gelir ?

İmkansız olandan bahsettiğime göre, konuşmamın başında söylediğim imkansız bir soruya dönmemin zamanı geldi: Çocuklar nereden gelir? Doğum öncesi tanı, biyoteknoloji uygulamaları ve yardımcı üreme teknikleri kökensel sorularımıza yanıt mı veriyor yoksa bu soruları güçleştiriyor mu? Freud’un vurguladığı gibi: Çocuklar nereden geliyor sorusu imkansız  bir sorudur. Cinsellik, gebelik, üreme ve doğum arasında nasıl bir ilişki var? Bu soruya spermi, yumurtayı, döllenmeyi, genetik materyali, uterusu, embriyoyu ve onun implantasyonu açıklayarak yada leyleklerle yada hangi yolla açıklarsanız açıklayın cevap veremezsiniz. Bu yüzden de Freud’un sorusu    imkansızın somutlandığı harika bir sorudur.

Çocuklar nereden geliyor ? Bir çocuk neyin ürünüdür ? Ebeveynlerinin aşkının mı, çocuk arzusunun mu, doğum kontrolünün eksikliğini mi, gençlik hatasının mı, tecavüzün mü, tek gecelik bir maceranın mı, kötü giden evliliklerinde ebeveynleri ayrılmamak girişimlerinin mi parçasıdır, sadakatsiz bir eşi evliliğe davet etmenin mi yoludur, pişman olunmuş bir kaza mıdır ? Klinisyen için çocuğun bilinçdışı ve kökensel fantezileri, tamamen bunlar tarafından belirlenmemekle birlikte bunların izini taşır. Kimse yaşama, dünyada var olmasına, varlığının kökenine dair cevapları kendi tekil hikayesinden ve ebeveynlerinin hikayesinden bağımsız veremez. Bu anlam inşasında biyoloji ve psikanalizin meseleye dahil olmaması mümkün görünmüyor.

Bu sebeple Freud’un sorusu her öznenin cevabını icat etmesi gereken bir soru olmaya devam ediyor. İcat etme kelimesini biraz önce öznenin gerçek karşısında analizde yepyeni bir şey icat edeceğini söylediğimde kullanmıştım. Çocukluk çağı cinsellik teorileri cinselliğin gizemi karşısında ve kökene dair sorular için icat edilir. Fakat güncel biyoteknolojiler özneyi yeniden bazı cevaplar üretmek zorunda bırakıyor. Bu yüzdendir ki infertilite sorunları birçok kişinin analiz talebinde bulunmasına neden olabiliyor. Üremeye söz geçirmek ona hükmetmek mümkün mü? Üremeyle ilgili daima öznenin elinden kaçan, çocukların nereden geldiğiyle ilgili sorgulatan bir şey yok mu? Sanırım çiftlerin jinekolojik muayenenin sonunda kendilerine verilen ultrason görüntüleri bunun bir kanıtı olarak düşünülebilir. Böyle bir resim üremeyle ilgili ne verir? Öznel olarak ele geçirilemez olan, bu fotoğraf var olsa da, hala ele geçirilemezdir. Hatta daha çok yaklaştıkça daha da yakalanamıyor ve ele geçirilemez oluşu öne çıkıyor gibidir. Bu öznenin referanslarını gözden geçirmesini bazen gerektirebilir ve imkansız  sorunları  daha da yakına getirebilir.

Çünkü bu cevapların hiçbiri tıbbın tarafında yer almıyor ve hala hastaların sözleri, söyledikleri sadece psikanaliz pratiğinde yerini bulabiliyor. Hatta bazen hastalar için bu sorulara yanıtlar üretebilmek bir aciliyete dönüşüyor. Çünkü konuşan varlığın bir bedeni vardır fakat özne sadece bir bedene de indirgenemez. Doğumda ve hastalıklarda ve ölüm ne zaman mesele olsa yani ne zaman gerçeğe yaklaşılırsa öznenin bir cevap vermesi gerekir. Freud çocukların bu sorularla çok ilgilendiğini keşfetti, hatta çocukların bu konuda titiz araştırmacılar olduklarını da. Çocuk ebeveynlerinin arasında ne olup bittiğini araştırır. İçine düştüğü dünyayı anlamak için birçok teori üretmek durumundadır. Bu dünya aynı zamanda dilin dünyasıdır.  Her özne bu dünyada kendine bir yer bulmak ve bir yer inşa etmeye mecburdur. Ve her özne kendini oluşturduğu cevaplardan kurar. Köken ve üremeye dair sorular gördüğünüz gibi yalnızca Gattaca’yı ilgilendirmiyor hatta içinde olduğumuz çağın ve psikanaliz pratiğinin merkezinde bulunuyor. Psikanalizi diğer tüm psikoterapilerden ayıran, çok yalın bir şekilde ifade edilebilir, cinselliğin psikanalizde merkezi bir konumu olmasıdır. Ve cinsellikte bedenden bağımsız olarak düşünülemez. 

Çocukluk çağı cinsel teorileri, az ya da çok, cinsiyet farkını ve çocuk için onun yarattığı karışıklıkları  dikkate almamayı sağlar. İşte bu sayede, küçük bir oğlan kız kardeşine onun penisi olmadığını fark ettiğinde “üzülme, sen büyüdükçe o da büyüyecek diyebilir” ya da küçük bir kız “ ben de bundan yok ama !” diyebilir.Çocukların cinsel teorilerinde bebekler öpücükle annenin karnına girip göbek deliğinden ya da kalçasından ya da anüsünden çıkabilirler. Peki bütün bu cinsel teorilerin ortak noktası nedir ? Hepsinin ortak noktası özünde cinsel olmamalarıdır. Cinseli uzak tutan bu teorilerden yola çıkarak çocuk bir aile romansı hayal eder. Cinsel teoriler cinselliği inkar etmek içindir. Üremede cinselliği yolu böylece lav edilir. Öyleyse Gattaca bir çocukluk çağı cinsellik teorisi olabilir.

Öte yandan bu açıklamaların büyük çoğunluğu çocuk tarafından unutulur. Bir kadın hasta 4 yaşındaki kızının 4 yaşında olmasına rağmen 2 yaşında yaşadıklarını unutmasına çok şaşırıyordu. Onun 6-7 yaşına geldiğinde 4 yaşına kadar olanları neredeyse hiç hatırlamayacağını biliyor ve bunun nörolojik açıklamalarını kavrayabiliyordu fakat bu durumu çok şaşırtıcı buluyordu. Buna çocukluk çağı amnezisi diyoruz. Hafızanın içinde bir boşluk kalıyor. O zamandan önce nasıl olduğumuzu düşünmek mümkün değil. İlk seneleri hatırlamak mümkün değil. İşte bütün bunlar bizi yok olan, çıkarılmış, mevcut olmayan bir şeye getiriyor tekrar. Bu yüzden de kökenden bahsetmek, kökene dair sorulara yanıt bulmak hem gerekli hem de kolay değil. 

Yardımcı üreme teknikleri ne kökene ne de üremeye dair bu tür cevaplar üretemiyor ve hatta ebeveyn olmak, anne olmak, baba olmak sorunsalına da. Bir baba kimdir ? Bu psikanalizin daima ilgilendiği bir sorudur. Hiçbir biyolojik  olgu bu soruyu tek başına açıklamaya yetmeyecektir. Bu sorulara bir tane daha eklenebilir : kadın ne ister ? Bir başkası : Anne olma arzu nedir ? Özne bir çok imkansız soruyla uğraşmak zorundadır demek yerinde olur. Zaten üremenin temsili imkansızken yardımcı üreme teknikleri özneyi bu imkansız temsilin önüne getirip bırakmıyor mu ? Neden üremenin temsili böyle imkansızdır ? burada iki hat var : cinselliğin temsil açısından imkansızlığı ve ölümün temsil açısından imkansızlığı. Bir çocuğu dünyaya getirdiğinizde onun için ölümü de olası kılmış olursunuz. Öyleyse üremeye başından itibaren ölümde dahildir demek yerindedir.

Psikanaliz bu distopik çağda hayatta kalabilir mi ?

“Kelimelerin öneminin olmadığı, her şeyin ve tersinin söylenebilir olduğu bu zamanda kelimelere ağırlıklarını ve itibarı vermek” ve analist olarak bunu kanıtlamak gerekiyor. Bunu Albert Nguyen  “Geriye sadece kelimeler kaldığında” (Quand seules restent les mots) adlı kitabında söylüyor.

Günümüz dünyasının kakofonisi içinde, yine de bazı cümleler canlılıklarını koruyor. Nguyen  kitabında bu mesajların nasıl işlediğini, nasıl hala yeni bir anlam açmaya muktedir olduklarını soruyor. Acaba bu sözlerin analizdeki yorum gibi bedene dokunduğu söylenebilir mi ? Sunumu onun kitabından son bir alıntı ile tamamlayacağım : “kelimeler, cümleler onları duyanlar için yankılanıyor ve yaşamak için nefes alacak bir alan açıyor”. Madem ki özne gösterenin öznesidir ve dilin öznesidir, o zaman ortaya çıkan soru  bilinçdışının öznesi için bu alanı nasıl psikanaliz aracılığıyla açık tutmanın ve korumanın mümkün olacağıdır. 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s